Spora başlamak için o havalı taytı giymeniz, iyi hissetmek için terfi almanız; hayalini kurduğunuz dans kursuna yazılmak için kilo vermeyi beklemeniz gerekmiyor!
Sağlıklı beslenmeye başlamak için de illa günlerden pazartesi, ay başı, yıl dönümü ya da kız kardeşinizin düğününe 1 ay kalmış olması şart değil. Bu tarz dış kaynaklı motivasyonlar sizi anlık olarak harekete geçirirler fakat uzun vadede sürdürülebilir değildirler.
Devam ettirebilmek için içsel bir motivasyona-enerjiye ihtiyaç var.
Şimdi başlayarak. Şu an. Hemen.
Kahvaltıda ve öğlen yemeğinde ne yemiş olursanız olun; birazdan yiyeceğiniz şeye alıcı gözüyle bir bakın.
Aç mısınız gerçekten? Çok mu özlemiştiniz o şeyi, uzun zamandır hasret mi kalmıştınız birbirinize?
Değilseniz yemeyin. Sırf ikram edildi diye içmeyin.
Ayıp olmaz, ziyan olmaz!
Sağlıklı beslenmeye adım atmak için illa bir diyetisyene gidiyor olmanız, spora ya da kategorik bir diyete başlamanız, dolabınızın doğru gıdalarla dolu olması gerekmez. Toksanız, aynı şeyi daha dün yemişseniz, öğün atlamadığınız halde eliniz, ağzınıza götürmek için bir şeylere gidiyorsa… Gelsin farkındalık!
“Şu an itibariyle sağlıklı beslenmeye başlıyorum, yemeyeceğim seni!” Deyin, yemeyin içmeyin. (Vücudunuzun istediği de o değildi, hiç olmamıştı zaten.)
Sizin doğru diyetiniz belki zaten çok yediğiniz şeyleri azaltma/toksanız daha da yememe diyetidir, kim bilir..
Merhaba, Yks’nin açıklanması ile birlikte tercihler konusunda bolca soru almaya başladım, bu nedenle beslenme yazmayı düşünen geleceğin diyetisyen adayları için tecrübelerimi ve kişisel düşüncelerimi kısa da olsa paylaşmak istiyorum.
Tıpkı her meslekte olduğu gibi beslenmenin de açılan bölüm sayısı ve kontrolsüz kontenjan artışından ciddi anlamda olumsuz etkilendiğini düşünüyorum. Aynı zamanda bölümün tercih sıralamaları/taban puanları da abartılı seviyelerde gerilemiş durumda.
Bu da mezun sayısında ciddi bir artış ve sağlık alanında istenmeyen bir mesleki rekabet demek. Zaman içerisinde diyetisyenlere olan talep artmış olabilir ama o kadar çok mezun var ve meslek, ilgili-ilgisiz o kadar çok kişi tarafından yapılmakta ki iş imkanları konusunda oldukça kötü bir dönemdeyiz. İş İmkanları?
Açık konuşmak gerekirse yeni bir mezunun bir tanıdık-amca/dayı ilişkisi olmadan eli yüzü düzgün bir hastanede-tıp merkezinde rahatça iş bulabilmesi artık zor. Yani işe alımlar torpil gölgesinde, kariyer gelişimi de kısıtlı. Uzmanlaşma için formal bir yönlendirme mevcut değil. Devlet desteği yok, sağlık bakanlığı mesleği ya da diyetisyeni korumak adına pek etkin değil. “Standart” bir yeni mezun olarak kendi ofisinizi açmak ya da kaçak-göçek online diyet yapmak şu anki temel iş imkanları.
Peki ya Yurtdışı?
Diplomanız her ne kadar yurtdışında geçerli olsa da diyetetik çoğu ülkede saygın bir sağlık bilimi olduğu için sıkı kontrol altında; çalışabilmek için ek gereksinimler ve sertifikasyona ihtiyaç duyuyorsunuz. Yani yurtdışında mesleğinizi hakkını vererek yapabilecek konuma gelmeniz oldukça zor-masraflı.
Hep kötü mü?
Kesinlikle değil. Diğer meslek gruplarına göre çalışma imkanı kısıtlı olmasına rağmen çalışma şartları oldukça kaliteli.
Eğer kendinizi düzenli olarak geliştirir ve işinizi severek yaparsanız kalabalıktan sıyrılmanız ve oldukça başarılı olmanız (ki burada başarının ne olduğunu da tanımlamak önemli, şaşırtıcı olmaz.
Alana gerçekten ilgiliyseniz; çalışma koşullarını gözden geçirmiş ve kendinizi o işi keyifle yapıyor olarak görüyorsanız; biyoloji, kimya bilimleri ile aranız iyiyse ve insan ilişkileriniz güçlü ise; okumayı, öğrenmeyi, dinlemeyi, bilgilendirmeyi seviyorsanız neden olmasın.
İnsanlık tarihi ve tüm hayatın devamlılığı adına oldukça önemli olan sofra tuzu, belki de en kritik elektrolit. Düzenli tüketimi yapılan her madde gibi hayatımızda büyük bir yere sahip. Bu da onu oldukça tartışmalı noktaya taşıyor.
Neden mi? Adım adım gidelim:
Tuz denen şeyin içinde neler var?
Tuz, sodyum ve klor’un dışında diğer 80 küsür minerali kaynağın cinsine göre eser miktarlarda içeren bir yapıya sahiptir.
Sağlıklı bireyler için günlük sodyum tüketiminin 2.3-2.6g. arasında olması önerilmektedir. Bu da (sodyum içeriğinin yüzdesine göre) kabaca günlük tuz tüketiminin 6-7 g. dan fazlasının uzun vadede sağlığa zarar vermeye başlayabileceği anlamına gelir.
Hangi tuz daha faydalı?
Türk gıda kodeksi ile ilgili bir yönetmelik belirtiyor ki; “Yeraltı kaynak ve kaya tuzlarında kuru maddede sodyum klorür miktarı en az % 97, diğer tuzlarda % 98 olmak zorundadır.”
Yani o çok faydalı olarak ifade edilen, pazarlanan tuzlar diğerlerinden yalnızca %2-3 oranında farklı ve bu farktan anlamlı bir fayda alabilmek için tüketmemiz gereken miktar da o kadar yüksek.
Örneğin, Himalaya tuzundaki %0.1 magnezyum içeriği göz önünde bulundurulduğunda 200-400 gram tuz yememiz gerekli ki günlük önerilen miktarı alabilelim! Bu söz konusu olmayacağı için; şu ya da bu tür tuzun içindeki ek mineral miktarı, diğer bir tür tuza göre daha üstün – besleyici – sağlıklı olduğunu ortaya koyamamakta.
Hangi tuzu almalı?
Tuzu daha sağlıklı kılan aslına bakarsanız ne içerdiği ya da rengi değil, ne içermediği.
Tuz ile ilgili asıl sorun, rafinasyon sürecinde tuzun gördüğü ısıl işlem ve topaklanmayı önleyici ek katkı maddeleri. Öte yandan ülkemizde üretilen ve rafine olmadığı için sağlıklı olduğu varsayılan deniz/kaynak/kaya tuzları için ise bir genel bir denetimsizlik ve kalitelerinde belirsizlik söz konusu.
Zira rafinasyon süresince tuzun yapısından ayrıştırılan faydalı olduğu kadar zararlı maddeler de mevcut. Aynısı Himalaya tuzları için de geçerli.
Yani tuzunuzu seçerken, büyük markaların bilindik ürünlerini tercih edin. Aksi takdirde adı konmuş miktarı belli bazı katkılardan kaçarken; ne idüğü belirsiz miktarları tanımsız katkılara yakalanıyor da olabilirsiniz.
Önemli Not: Bu yazıda adı geçen markalar ile herhangi bir ticari anlaşmam ya da işbirliğim yoktur. Bu yazı, önemli bir milli değerimiz olan maden suları adına bir halk sağlığı bilgilendirmesi yapmak amacıyla yazılmış ve paylaşılan çeşitli marka/ürün isimleri verilen bilimsel bilgilere örnek göstermek amacıyla içeriğe eklenmiştir.
Maden suyunun faydaları nereden geliyor?
Maden suyunun faydaları içerisindeki çeşitli bileşikler ve yoğun mineral kompozisyonundan gelmekte.
Maden suyu, içerdiği kalsiyum, magnezyum, sodyum, potasyum, bikarbonat, sülfat gibi bileşikler sayesinde ihtiyaçlarımıza uygun şekilde seçildiğinde beslenmemizde kolaylıkla fonksiyonel bir içecek olarak yer alabilir.
Yani maden suyu tercihi yaparken tadının ötesinde nasıl bir fayda almayı hedeflediğimiz ve ne kadar tüketeceğimiz de önemli. Zira tüm maden suları eşit değil.
Her maden suyu çıktığı kaynağın içeriğine bağlı farklı değerlere ve dolayısıyla da faydalara/dikkat edilmesi gereken noktalara sahip.
Hedefiniz ve sağlık ihtiyaçlarınız doğrultusunda sizin için ideali seçmeniz için içerikleri aşağıdaki görselde derledim:
Seçim yaparken nelere dikkat etmeli?
Burada amacınız çok önemli; tercihinizi sağlık hedefinize göre yapmalısınız:
Amaç hareket ve terlemenin yoğun olduğu dönemlerde elektrolit dengesini korumak ya da düşük karb-keto tarzı bir beslenme sürecinde magnezyum ve sodyum desteği yapmak ise; (ki bu durumda kayba bağlı artan ihtiyaçtan ötürü sodyum içeriğinden/ tuzdan çok korkmanıza gerek yok.)
Önerilerim; Uludağ, Beypazarı, Kızılay Erzincan ve Sarıkız.
Eğer sıcak bir yaz gününde çok terlerim, tansiyonum düşer; tuz tüketmeyi de pek sevmiyorum, aman halsizleşmeyeyim/halsizleştim, hızlı toparlanayım diyorsanız:
Yüksek sodyumlu alternatifler olan Kızılay Afyonkarahisar, Avşar ve Sırma ya da herhangi bir maden suyuna ekleyebileceğiniz tuz ile yapacağınız bir Churchill (Çörcil) iyi gelecektir.
Genel sağlık, sindirim desteği ve keyif için içiyorsanız:
Sodyum alımını çok abartmadan en yüksek magnezyumu alabileceğiniz ürünü hedeflemenizi öneririm. Bu durumda yine Kızılay Erzincan, Uludağ, Beypazarı ve (bol bol içerim diyorsanız) San Pellegrino ile Akmina en iyi seçenekler.
Tansiyonum yüksek çıkar, ya da sodyum alımını azaltmam gereken bir sağlık sorunum var. Buna bağlı doktorum tuzu/turşuyu/maden suyunu azalt ya da kes dedi, diyorsanız:
Doktorunuza danışarak toplam sodyum/mineral değeri ve sertliği çok düşük doğal mineralli suları tercih etmeniz ve ikinci bir öneriye kadar tüketim miktarlarınızı minimal düzeyde tutmanız en sağlıklısı olacaktır.
En düşük sodyumlu marka ne derseniz; (7,68 mg/L) değeri ile freşa markasının İnişdibi doğal mineralli su seçeneği öne çıkıyor.
Doğal Aromalı? Yapay Tatlandırıcılı? Katkı İçermeyen?
Genel sağlık önerileri dahilinde basit şeker alımınızı, özellikle de içilebilir formda şeker alımının minimize edilmesi/azaltılması taraftarıyız.
Bu durum özellikle kan şekeri regülasyonu ve (ya da) açlık insülin seviyesi konusunda sıkıntılar yaşayan pre-diyabetik/ insülin dirençli/diyabetik kişilerde ekstra önem kazanıyor.
Yani sizin için çok elzem, vazgeçilemez bir lezzet değillerse, etikette soda, gazlı içeçek, aromalı mineralli su, “…….. içeceği” yazan ürünleri tercih etmek kötü bir fikir.
Daha sağlıklı/şekersiz olarak pazarlanan yapay tatlandırıcılı ürünler de özellikle yoğun bir tüketim söz konusu ise oldukça tartışmalı durumdalar.
Yine de beslenmenizde yapay tatlandırıcılara yer veriyor ve şekerli bir şeyler içmeden durmam çok zor diyorsanız Asesülfam K ve Suklaroz içeriği ile Sırma Şekersiz serisibir opsiyon olarak karşımıza çıkıyor. Önerir miyim? derseniz hayır- Şekerden iyi midir? derseniz muhtemelen evet. cevabını alırsınız.
Gereksiz şeker/yapay tatlandırıcı alımını engellemek, kaş yaparken göz çıkarmamak için maden suyunuzu sade (aromasız) tercih etmek ya da en azından içerdiği yapay tatlandırıcının çeşit ve miktarına dair fikir sahibi olmak oldukça önemli.
Ek bir tat arıyorsanız tercih ettiğiniz doğal maden suyuna kendiniz limon-çilek gibi meyveler ya da nane, salatalık gibi yeşillikler ekleyerek aroma katmanız tatlandırıcı kullanımına elimizdeki doğal bir alternatif.
Önemli Not: Bu yazıda adı geçen markalar ile herhangi bir ticari anlaşmam ya da işbirliğim yoktur. Bu yazı, önemli bir milli değerimiz olan maden suları adına bir halk sağlığı bilgilendirmesi yapmak amacıyla yazılmış ve paylaşılan çeşitli marka/ürün isimleri verilen bilimsel bilgilere örnek göstermek amacıyla içeriğe eklenmiştir.
Kendinize bir iyilik yapın ve bu kez yaza girmeden kilo almak/vermek için bedeninizle girişeceğiniz “etkinliğin” bir savaş değil, iş birliği olmasını hedefleyin.
Yaşadığımız coğrafya ve zamanın kriterlerine uygun gözükmesi dışında, bedenimizin saygı duymamız gereken çok daha önemli görevleri var.
Aldığımız her nefes, attığınız her adım, bedenimiz sayesinde.
İki ay sonra plaj partisinde ya da kuzeninizin düğününde “iyi” gözükmeyi istemenizde bir yanlış yok.
Yanlış, o “iyi” tanımında oluyor genelde.
Sizin bu noktadaki “iyi” tanımınız ne?
Sizin için gerçekten iyi olan ne?
Bu akşam kendi “iyileriniz” üzerine biraz düşünün isterim, size nasıl davranıldığından yola çıkıp başkalarına nasıl davrandığınızda molalar vererek.. Ve kendi beden algınızın, görünümünüzle olan ilişkinizin; başkalarını nasıl etiketlediğinize hizmet ettiğini de hatırlayarak.
Ölçüleriniz tavırlarınızı, sınırlarınızı, yaşamınızı ne kadar belirliyor kendinize bir sorun.
Son 60-70 yıldır yağdan korkuyorduk, şimdi de karbonhidrat ve şekerden korkmaya başladık.
Klinikte temel uygulaması, pediyatrik epilepsi hastalarında nöbetlerin kontrol altına alınması olan ve 100 yıla yakın zamandır medikal anlamda kullanılan ketojenik diyet, son dönemde özellikle kilo kontrolü ve Tip 2 Diyabet tedavisinde elde edilen başarılar ile popülerlik kazandı.
Ketojenik diyeti incelemek/uygulamak için onu diğer düşük karbonhidratlı diyetlerden ayırmamız gerekiyor.
Bu yüzden öğrenmenizi istediğim adeta bu diyetin bel kemiği olan çok önemli ve sıkça atlanan noktalar var.
Neden farklı?
Diğer düşük karb. diyetler karbonhidrat azaltımı sonucu enerji kısıtlaması sağlayarak kilo verdirirken ketojenik diyet, karbonhidratların komple kesilmesi (neredeyse) sonucu vücudu alışkın olmadığı bir şekilde enerji üretmeye zorlar; pek çok biyolojik adaptasyon yapmasına neden olur ve enerji metabolizmasını doğrudan etkiler.
Uzun lafın kısası ketojenik diyet gücünü karbonhidrat alımının minimize edilmesi ile vücutta oluşturulan “ketosis” metabolik durumu sonucu ortaya çıkan artmış yağ yakımı etkisinden alır.
Ketojenik beslenme tarzını doğru uygulayarak anlamlı bir fayda görebilmeniz için bu süreci iyice anlamanız gerek. Bilgi bu diyette çok önemli çünkü ketojenik diyet demek, “yağa adapte olmak ve aslında bir hayatta kalma mekanizması olan ketosis durumunun vücutta her – daim olması ve keton cisimleri ile enerji üretmeyi öğrenmek” demek.
Peki nasıl bu ketosis durumuna geçeceğiz?
Ketosis, adını vücudun açlığa bir adaptasyon tepkisi olarak vücut yağlarının/yağ asitlerinin karaciğerde parçalaması ile oluşturulan keton cisimlerinin kan ve dokulardaki konsantrasyonunun yükselmesinden alır.
Bu süreç ve faydaları, vücut enerji üretmek için daha kolay ve efektif bir kaynak olan karbonhidratlara/şekere ulaşana veya insülin hormonu büyük miktarlardatetiklenene kadar devam eder.
Yani ketosis durumuna ulaşmak ve durumu sürdürebilmek için uzun süre (karaciğer ve kaslarda bulunan mevcut glikojen tükenene kadar) aç kalmanız ya da karbonhidratı neredeyse tamamen kesmeniz gerekiyor. Eğer sizi ketosis durumuna taşıyan bir beslenme programını takip edip karbonhidrat alımınızı ve insülin seviyenizi kontrol altında tutabilirseniz, sağlıklı bir bireyde 2-3 gün içerisinde bu değişim gerçekleşir.
Ağır egzersiz ve uzun süreli açlık periyotları (aralıklı oruç) da aynı şekilde mevcut depoları aktif olarak tüketerek süreci hızlandırır.
Bu değişim süreci eğer iyi yönetilmezse istenmeyen yan etkilere neden olmakta, diyeti çoğu kimse için özellikle de başlangıç safhasında zorlaştırmaktadır.
Kaçamak yapınca ne olur?
Ketojenik diyetin neredeyse tek ve en önemli kuralı şudur; “ketosis’ten çıkma!”
Yüksek miktarda karbonhidrat ve çeşitli yapay tatlandırıcıları içeren yasaklı gıdalar arasından yapacağınız kaçamaklar sizi “ketosis” durumundan çıkartarak, aldığınız karb. miktarını tekrardan ne kadar hızlı sıfırlayabildiğiniz ve yağa ne kadar adapte olduğunuza bağlı olarak diyetin 0-3 günlüğüne “bozulmasına” ve sürecin yavaşlamasına neden olur.
Ek olarak bu kaçamaklar sık yaşanırsa diyetin pek bir anlamı kalmaz, sadece kendinizi yormuş olursunuz. Dolayısıyla ketojenik beslenme hafta sonu kaçamaklarına pek uygun bir yaklaşım değil.
Yani anlayacağınız, keto prensipte kolay; uygulamada zor ama bir o kadar da etkili bir beslenme tarzı.
Ketojenik diyet ne kadar zaman uygulanır?
Yalnızca adaptasyon süresinin bile ortalama 1 ay sürdüğü göz önünde bulundurulursa 1-2 haftalık para tuzağı “ketojenik detoks” paketlerinden uzak durmak oldukça iyi bir fikir.
Ketojenik beslenmeyi hakkını vererek uygulamayı planlıyorsanız, disiplinli bir şekilde 3 – 6 ay süresince günlük toplam net karbonhidrat tüketiminizi dilediğiniz keton seviyesini korumanıza imkan veren miktarda (tahminen günlük 0-50g.) arasında tutmalı ve bu miktarı mümkünse öğünler arasına bölmelisiniz.
Ketojenik beslenme bir yaşam tarzı olarak değerlendirilmelidir ve tüm problemlerin çözümü bir mucize değildir. Anlamlı bir etki görebilmeniz için her sağlıklı beslenme planı gibi uzun süreli bağlılık ve uyum ister. Eğer beslenme tercihleriniz ve hayat şartlarınız bu beslenmeye uygun değilse, farklı opsiyonları değerlendirmekten kaçınmayın.
Ortamlarda (sabah işe giderken, annenizi her ziyarete gidişinizde, vb.)
Saatlerde (gece dizi izlerken, ikindide ofiste, otobüs beklerken, çocuğunuzu uyuturken)
benzer şeyler yediğinizi fark etmiş; bu oluşmuş alışkanlığınızın altında yatan fiziksel bir gerekçe bulamamışsanız, arkasına saklanan bir duygusal neden ile karşılaşmak üzere olabilirsiniz.
Duygusal tetikleyicilerden kaynaklı bir sebep varsa, çözüme giden yol fiziksel bir olgudan çok daha dolambaçlı ve kişisel olacak.
Eminim ki tecrübe etmişsinizdir, katı diyetler ve kesin yasaklar bu durumu genellikle zaman içerisinde daha kötü bir hale getirirler.
Yani ihtiyacımız olan şey bir diyet listesi ya da mucizevi bir süper-gıda/ilaç değil.
Burada sizden istediğim şey, yeni bir atağa/atıştırmalığa/gece yemesine farkında olmadan boyun eğmeden önce kontrolü elinize almaya çalışıp (Şimdiki zaman- AN’a- dönmeye çalışmanız) size BUNU YAPTIRAN DUYGU (ların) neler olduğunu tespit etmeniz, onları hissetmeniz – onlarla yüzleşmeniz ve serbest bırakmanız, gitmelerine izin vermeniz olacak.
Bunu başarabilmeniz ya da başlangıçta sadece denemeniz dahi, size o an ihtiyacınız olan şeyin bir şeyler YEMEK DEĞİL; belki biraz kestirmek, yürüyüşe çıkmak, kendinize zaman ayırmak, gülmek ya da ağlamak olduğunu gösterebilir.
Bu da çok değerli bir farkındalık kazandığınız anlamına gelir.
Canınızın ne çektiğini ve onu neden istediğinizi anlamlandırmaya çalışın.
Eğer kendinizi dinlemekte zorlanıyor ya da düşüncelerinize yetişemiyorsanız bir yemek/duygudurum günlüğü tutmayı deneyin.
Canımızın arada sırada farklı şeyler çekmesi kadar doğal bir şey yok. Peki hangi noktada bu iş doğallıktan kopup fiziksel ve duygusal dengenizi bozan potansiyel bir sağlık sorununa dönüşüyor?
Eğer kendinizi “düzenli” olarak günün belirli saatlerinde, benzer ortamlarda benzer şeyler yiyor durumda buluyorsanız, bedeniniz size bir şeyler anlatmaya çalışıyor olabilir.
Öncelikle burada ilk yapmanız gereken şey; durumun tetikleyicisini bulmak:
Beslenmenizdeki kronik bir eksiklik ya da yetersizlik nedeniyle ortaya çıkan gerçek bir fiziksel bir ihtiyaç.
Stres, sıkıntı, üzüntü gibi duygusal bir faktöre tepki olarak doğan bir durum.
Peki, sizin tetikleyiciniz hangisi?
Eğer uzun zamandır kısıtlayıcı bir diyeti sürdürüyor, ağır spor yapıyor, yoğun çalışıyor, sık sık öğün atlıyor, tükettiğiniz gıdaların içerik, kalite ve miktarlarında dalgalanmalar yaşıyorsanız,
Sorununuzun fiziksel kaynaklı olma ihtimali oldukça yüksek.
Öyleyse ne yapmalı?
Genel bir sağlık kontrolü yaptırıp beslenme alışkanlıklarınızı etkileyebilecek potansiyel rahatsızlıklar için bir değerlendirmeden geçin.
Eğer bir tanı aldıysanız konu ile ilgili tıbbi beslenme tedavisi için, yoksa da sağlıklı beslenme alışkanlıkları oluşturabilmek adına bir diyetisyen ile görüşün; beslenmenizdeki sorunlu noktaların tespiti ve düzenlenmesi için adına elinizden geleni yapın.